Günaydın Kozmos,

Bu yepyeni bir başlangıç olsun...

Bu Blogda Ara

9 Haziran 2011 Perşembe

Dünyanın En Değerli Varlıkları Üzerine

Kediler hayatıma 14 yaşımdayken girdiler. Babamı kaybettiğimiz ve hepimizin dağılma noktasında olduğu o günlerde, annem balkondayken aşağıda bir kedi yavrusu gördü. Onu coşkuyla bize gösterdi; yıkadık-pakladık ve koynumuza aldık. O küçük yavru bize unuttuğumuz sevgiyi, paylaşımı hatırlattı; o bize sokulup oyunlar oynarken biz de yeniden birbirimize sokulduk. Adını Kıvılcım koymuştuk ilk kedimizin. Bizimle kaldığı sürece, annemin yeniden kenetlenmemiz niyetine hizmet etti hep ufaklık. Çok güzel günlerdi. Komşumuzun yeni doğan torununa Kıvılcım ismini koyduklarında bize çok ısrar ettiğini hatırlıyorum kedimizin ismini değiştirelim diye. Tabi ki değiştirmedik; ne de olsa önce biz koymuştuk.

Sonra da pek çok kedimiz oldu. Ablamla sokakta bulduğumuz neredeyse her yavruyu eve getirirdik. Ama “sokak kedisi” ırkından olduklarından hormonlarının etkisiyle çabucak bizi terk edip giderlerdi. Çok da muzip isimler koyardık onlara. 1980'li yıllardı, birine Paşa ismini vermiştik. Çok toraman, güzel bir yavruydu. Annem imalı bir isim olduğunu düşünerek itiraz etmişti. Bir başkasının hasta olduğunu iddia eden dayım kediyi evden göndermişti, çünkü karnı şişti garibimin. Şimdi düşünüyorum da herhalde paraziti vardı. O günlerde hayvan besleyen çok kişi olmadığından, ya da onlar da bizim usullerle beslediğinden çevremizde veteriner kültürü yoktu. Bugünkü gibi kısırlaştırma, aşılama, hazır mama gibi bilgilerimiz olsaydı sanırım yıllarca bizimle yaşayan onlarca kedimiz olurdu.

Her zaman doğaya ve hayvanlara büyük sevgi besleyen biri oldum. Babam da öyleydi ve yıllarca anneme köpek almamız konusunda ısrar etti. Annemse köpeklerden, özellikle sokak köpeklerinden çok korkardı. Sokakta onca insan varken mutlaka anneme musallat olurlardı korktuğunu sezerek. Sonra annemin bize aldığı kedi ve ablamla benim eve getirdiğimiz bütün kedilerle hayvanat dünyasına bir kapı açmış olduk. Yıllar sonra annemle yalnız kaldığımızda bir köpeğimiz oldu. Fevkalade şirin ve muzip bir kırmaydı. Huysuz ve şımarıktı, ama çok eğlenceliydi. Yorganın altında, yatağın dibinde bizimle yatar, es kaza ayağımız değerse neredeyse bizi yataktan atacak pozisyonlara girerdi. Ben öğrenciydim o sıralar. Çalışma masamdaki herşeyi çalıp kaçar, beni saatlerce aratırdı. Birgün sebepsizce üzerime saldırdı. Annem gerçekten çok korktu. Galiba deliriyor diye düşündük ve artık tehlikeli olduğuna karar verdik. Ağlayarak Tombik’imize yeni bir yuva bulmak zorunda kaldık. Bütün huysuzluklarının kırma oluşundan yani asil bir ırktan gelmediğinden olduğunu varsaydık. Bu aslında “sokak kedileri” ile olan tecrübelerimiz nedeniyle edindiğimiz bilgilerden -aslında cehaletimizden kaynaklanıyordu.

Bu arada hayvan besleme konusunda biraz daha ilerleme kaydetmiş, en azından veteriner olgusunu öğrenmiş, buna çok önem vermiş ve hatta sevgili aile doktorlarımızı dost edinmiştik. Tombik’i Rus finosu diye almıştık ama doktorumuz onun kırma olduğunu söyledi. Buna hiç aldırış etmemiştik son olaya kadar. Çünkü öyle sevimli, akıllı ve muzipti ki, onu çok seviyorduk, ırkının bir önemi yoktu bizim için. Ailemizin üçüncü üyesi olmuştu aslında hiç de kilolu olmayan Tombik. Onu vermek zorunda kaldıktan sonra çok özledik. Ondan gözyaşları eşliğinde bahsediyorduk. Hatta annem de ben de yeni yuvasından kaçıp gelir mi diye uzunca bir süre ümit ettik. Onca yolu gelse herşeye rağmen ona kucak açardık. Ama sanırım yeni bahçeli evi onun için daha uygundu.

İlerleyen aylarda yeni bir köpek arayışına başladık. Anası-babası belli, asil ırktan, uysal bir köpek istiyorduk. Gazete ilanlarında rastladığımız yavruları görmek üzere gittik. Sevgili Lucky’miz daha 2 aylıktı. Diğer kardeşleriyle birlikte annesi, babası ve dayısı ile aynı evde yaşıyordu. Shitzu ırkındandı. Tam aradığımız gibi bir yavrucaktı. Hemen alıp eve koştuk. O kadar küçüktü ki, montumun kolunun içinde geldi eve kadar. Bizimle 14 yıl birlikteydi, bizi mutlandırdı, şereflendirdi. Olağanüstü asil, duygulu, hassas ve sevecendi. Köpeklerden korkan tüm arkadaşlarım onu çok sevdi, birkaçı da köpek sahibi oldu, Lucky’nin mevcudiyeti nedeniyle. Şimdi bile onu düşünürken gözlerim doluyor. Onu tanıma ve birlikte yaşamış olma şansına muktedir olduğum için minnet duyuyorum. Sevgili Lucky hayatıma öyle çok anlam kattı, bana öyle bir bakış açısı kazandırdı ki; çok insanın yapamayacağı kadar hızlı bir yapılandırma gerçekleştirdi yaşamımda. Teşekkürler, sevgili kız kardeşim.

Bütün bunlar elbette zamanla, insanın kendi gelişimiyle ve hazır oluşuyla ilgili. Herşeyin doğru zamanı olduğu bir gerçek. O zaman gelmeden yaşadığımız deneyimler, daha sonra düşündüğümüzde olgunlaşmamış veya yanlış gibi görünüyor gözümüze. Elbette ki, bir gün öncesine baktığımızda bile yanlış birşeyler görebiliyoruz, ancak kendimizi tanımakla başlayan kişiliğin gelişmesi ve ne istediğini bilme durumlarına biraz erişebildiğimizde yakın geçmişte yaptığımız şeyler daha az yanlış gelmeye başlıyor.

Hayatımdaki sevgili küçük varlıkların gerçek sorumluluklarını almam da Lucky ile başladı diyebilirim. Annem de ben de artık daha deneyimliydik, kıymetlimizin sağlık ve bakımını kişisel meselelerimiz olarak algılıyorduk. O, annemin kızı –iyi ki doğurmuşum seni diye severdi- benimse kız kardeşimdi. Bugün, geçmişe baktığımda ve o günlerdeki hatalarımı da görebildiğimde Lucky’nin bir başlangıç dönemi olduğunu biliyorum.

İşte tüm bunları deneyimlediğim ve hayatımın 7 yıl öncesindeki o dönemine beni taşıyan, Lucky ile paylaşımlarımdır. Bugünüme gelmem de, 7 yıl öncesindeki o dönüm noktasıdır.

Fırtınalı bir ilişki sonrası annemden ayrı bir eve taşınmıştım. Annem hala Lucky ile birlikte yaşıyordu. Bana, en azından bir kedi alarak yalnızlığımı paylaşmamı öneriyordu –Sezen Aksu’nun şarkısında geçen “bir kedim bile yok” sözlerine göndermeler yapıyorduk sık sık . Bense genellikle geç saatlere kadar çalışmam ve bolca seyahat etmem nedeniyle buna cesaret edemiyordum. Biraz da bağımsızlık hoşuma gidiyordu, başka birinin sorumluluğunu almaya hazır hissetmiyordum.

Bir Pazar günü annemle gezintimiz esnasında Kuğulu Park’ta mola verdik. Bir güvercinin uçamadığını fark ettik, kanatları kırılmıştı. Hemen alıp Lucky’nin doktoruna götürdük. Orada yuva bekleyen pek çok kedi yavrusu gördüm. İkisi bembeyaz mavi gözlü Ankara kedileriydi. Kardeşler daha 50 günlüklerdi, o kadar sevimlilerdi ki. Annemin de ısrarıyla dayanamayarak onlardan birini aldım. Bir kutuya koyarak sevgilimin evine gittim. Kutunun içinden bakan mavi gözleri görünce eriyip bitti. Ona isim aramaya koyulduk. Büyücülere merakım, Kral Arthur’un öğretmeni Merlin’in öğretileri hakkında okuduğum son kitap, çok sevdiğimiz Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf karakteri ve kedimizin beyazlığı nedeniyle ona Merlin ismini uygun buldum. Sevgilim de coşkuyla kabul etti.

Merlin kendine münhasır şahsiyeti ve ismiyle hayatımdaki kedi macerasının başlangıcı oldu. İsimlerin, varlıkların hayatını yönlendirebileceğini düşünüyorum. Ya da varlıklar, evrendeki varoluş biçimleriyle, duruşlarıyla isimlerini seçiyorlar aslında. Merlin de varlığını öyle sergiliyor ki; kedi sevmeyenler bile ona saygı göstermek zorunda kalıyorlar. Benim içinse sonsuz bir sevgi ve saygı abidesidir Merlin. Çünkü kedilerin gizemli dünyasını her an hatırlatıyor bana. Ve gizeme olan düşkünlüğüme bir pencere açarak bana öğretiyor. Ona Merlin’den başka bir isim konulabilseydi ancak ve ancak Ak Gandalf olabilirdi. (Hatırlarsanız, Gandalf karakteri filmdeki rolüne Boz Gandalf olarak başlar.)

Merlin belki de ismiyle birlikte kedilerin büyü gücünü, simyacı olabilmelerini kanıtlıyor bana. Çünkü Merlin -ve onunla birlikte bütün kediler de- doğayla bütünleşen, ortama uyum sağlayan ama kendi kurallarını da sonuna kadar direten ve bu sayede çevresinde dönüşüm yaratan bir varlık. Elbette ki bu, hazır olan ve görmek isteyenler için. Algılayabilenler için; belgesellerdeki büyük ve küçük kedilerin davranışları, doğal yaşamın gerektirdiği yüzeysel hareketlerle birlikte öylesine içsel ve büyülü bir dünyanın anahtarı ki...

Bunu anlamlandırabilmek gerçekten de çaba gerektiriyor. Ve inanıyorum ki kedilerin yaşamını algılayabilmek, varlığımızın neden-niçin gibi sorgulamalarını cevaplandırabilecek boyutta.

Eminim çoğunuz abarttığımı düşünüyorsunuz. Kedilerle gerçek anlamda yaşamı paylaşmayan –ki ben uzun yıllar onlarla yaşasam da algılayamamıştım- hiçbir insan bunu anlayamaz. Köpeklerle yaşam daha farklıdır. Daha bireyseldir, özeldir. Kedilerle yaşam ise doğayı anlamanın, ihtiyaçları algılamanın başlangıcıdır. Çevremizde öyle çok ihtiyaç sahibi varlık var ki, bunları fark edebilmemizde kedilerle paylaşımlarımızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kediciler diye tabir edilen, uzun süre birçok kediyle hayatını paylaşmış olan insanlar sokak hayvanlarının ihtiyaçlarına daha duyarlı oluyorlar. Tabi bu bir genelleme ve sadece benim gözlemlerim.

Kendimden bir örnek vermek istiyorum –ve aslında bunu düşündüğümde içim sızlıyor-:

Annemin tatile gittiği bir dönemde Lucky’i eski kocamla evimizde ağırlıyorduk. Evimiz giriş katıydı. Yatak odasındaki camı odanın havalanması için açmış ve ara sıra içeri giren sokak kedilerini engellemek için kapıyı kapatmıştım. Lucky’nin ağlar gibi sesler çıkararak yatak odasının kapısında dönüp durduğunu fark ettim. İçeri girdiğimde küçük viyaklama sesleri duydum. Yatağın ayak ucunda, yorganın içinde bir kedi üç yavrusunu emziriyordu. Aslında çok tatlılardı, ama ben bunca yıllık “tecrübeme” rağmen korktum. Anne kedinin koruma duygusuyla saldırıya geçeceğini düşündüm. Lucky’nin onlara zarar vermeyeceğinden emindim ama annenin korkmaması için onu odaya sokmadım. Uzunca süre anneyi dışarı çıkarmanın yollarını aradık. Ama o yavrularını bir an olsun bırakmıyordu. Bir arkadaşım kedilerin sucuğa dayanamayacağını söyledi. Anneyi sucukla kandırarak odanın dışına çıkardım ve yavruları bir kutu içinde pencerenin dışına koydum. Anne kedi sucuğunu yedikten sonra yavrularını aramaya koyuldu ve onları bulamayınca paniğe kapıldı. Ona, pencere dışından yavrularını gösterdik. Nihayet onların yanına gitti ve pencereyi kapattık. Tüm bu süre içinde Lucky ağlayarak koridorda bekledi. O, iki kere anne olmuş ve kurban bayramlarında yapılan katliamı pencereden ağlayarak izlemiş duygulu bir dişi idi. Kedileri gönderip kapıyı açtığımızda odayı koklayarak herkesin güvende olduğundan emin olmak istedi.

Bütün bunlar bir kurgu gibi geliyor şu anda. Kendime inanamıyorum. Bugün olsaydı, kesinlikle yatağımı onlara verip odayı terk eder, tüm imkanlarımı onlara sunar, ayrıca yavrularını emzirmek için bana güven duyarak evime getirdiğinden dolayı anneye şükranlarımı sunardım. Ama ne yazık ki o günlerde bu olgunluğa sahip değildim. Şimdi; o güzelim anneden özür dilerim, umarım tüm yavrular yaşamıştır.

Böyle bir duyarlığa kavuşmak için,  yaşama bir kedi patisinin değmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından benim için öyle oldu. Hayatımdaki yüzeysel doğa sevgisinin derinleşmesinin başlangıcı Merlin’in varlığıdır. Ve bugün hayatımı zenginleştiren üç dünya güzeline minnettarlığımı sunuyorum. 

Bir Ressamın Güncesi

Ressamın takviminden bir gün
Sevgili Günce,
Yıllardır tuttuğum defterleri bir kenara bıraktım. Son zamanlarda beni değişime uğratan o kadar çok şey yaşadım ki. Çok üzülmeme rağmen benim için yararlı olduğu şüphesiz. Hayattaki herşey, iyi de olsa kötü de mutlaka birşeyler kazandırıyor insana. Benim “Aydınlama” çağım olarak görüyorum bu dönemi ve yeni bir başlangıç yapıyorum. Ve sevgili günce sen de bu başlangıcın bir simgesi olacaksın.
Bir sanatçı olduğum için yaşam boyu yaptığım herşeyin sanatsal bir niteliği olsun istedim. Bu düşünceyle kendimi baskı altına aldım ama sanırım buna değer. Soluduğum havada sanatçı kokusu var; kendini beğenmiş, kimseye bir yarar sağlamayan aşağılıklar. Bu kadar alçağın bir arada bulunması ne yazık ki hiç sanat kokusu yaymıyor etrafa, yalnızca bukalemunun yarattığı renk cümbüşünü yansıtıyor. Bunun da ne kadar sanatsal olduğu tartışılır. Bu durumdan çok bunalmış olmama rağmen, hala çekip gidemiyorum.

Mutluluk ne kadar subjektif birşey. İnsanı mutlu eden nedenler ortadan kalkınca herşey birdenbire değişiveriyor. Mutlu olduğunu kavradığın o kısacık zaman diliminde, seni cesurca hayata bağlayan şeyler hızla uzaklaştığında herşey birden çekilmez oluyor. Büyük bir yanılgıya düşerek, değişime uğramış olduğunu sanıyorsun. Oysa değişen sadece faktörler. Benim “Aydınlanma” çağım mutsuzluğa sürüklenerek, ne kadar anlamsız yaratıklar olduğumuzu farketmemle başladı. Hayatın gerçek tadına varamadan delicesine koşuyoruz o küçücük anı yakalamaya çalışarak. Ve herşeyimizi kaybettiğimizi sanıyoruz, huzursuzluk veren birşeyler olduğunda.

Yeni bir başlangıç yaptım, çünkü mutluydum o zırvaları yazarken, delicesine yüzüyordum aşk denizinde. Beynimizde yanılsamayla dolu kıvılcımlar çaktırarak sigortalarımızı attırmaktan başka ne verir ki insana mutluluk?

Bir keresinde sevgili Virginia’mı resmetmiştim. Güneşin ışıkları altın haleler saçıyordu, rüzgarda uçuşan kırmızı saçlarına. Dudakları hafifçe aralanmış, gülümsüyordu. Gri gözleri masum ve aynı zamanda davetkar ışıldıyordu. Ona karnaval için aldığım Anna Karenina kostümünü giyiyordu. Azgın dalgaların dövdüğü, keskin kayaların üzerinde oturuyordu, manzaranın vahşiliği içinde sakin bir mutluluk yayıyordu etrafına. Güneş parıldıyor, bir tarafta da fırtına habercisi kara bulutlar çevreliyordu gri-mavi gökyüzünü. O zamanlar çözemediğim ama tuhaf bir şekilde etkilendiğim, Virginia’nın çelişkilerini yansıtıyordu bu tezat manzara. Onun, Virginia ve Victorya oluşumları kayalarla bütünleşiyordu. Sözlerle değil, ancak renklerle tarif edilebilir bir kusursuzluk içindeydi.
Resim yaparken fazla düşünmem, duygularıma kulak veririm çoğu kez. İçgüdülerim, o gün benden böyle bir doğa yaratmamı istemişlerdi, yıllar sonra anladım nedenini.

Resme Virginia adını verdim. Sergimin ilk gününde bir kolleksiyoncu almak istedi onu. Ondan ayrılmak içimden gelmedi, onu verirsem Virginia’yı kaybedecekmiş gibi bir korkuya kapıldım. Bir daha hiçbir zaman o kadar güzel bir portre yapamadım. Sonra da stilimi tümüyle değiştirdim. Kendi kargaşamı yansıttım tualime. İnsanlar bundan çok hoşlandılar, hiçbir zaman anlamasalar da.
Artık karanlık ve ölüm dolu günler var önümde. Ama cesur bir savaşçı olma kararındayım. Öldüğümde Victorya yayınlayacaktır güncemi, eski tatlı Virginia’m. Bir zamanlar taptığım kadın Virginia (bakire), şimdi ise zaaflarımdan yararlanan bir kan emici Victorya (zafer, ki o gerçek bir zafer tanrıçasıdır).

İki gün sonra
Bütün gün deliler gibi içtim. Öğleden sonra bir öğrencim uğradı. Güzel ve akılsız bir delikanlı. Zamanını yeteneklerini boşa harcamakla geçiriyor. Yoğun bir duygusallık döneminde, yönlendirilmesi şart. Biraz zor algılıyor, uyuşturucudan beyni sulanmış gibi.
Öğretmenlik yapmak, bu günlerde istediğim en son şey. Onunla daha çok içki içip konuşuyoruz. Sanırım bana aşık olmaya başladı. Bana dokunmaktan kendini alamıyor, saçma bahanelerle elimi tutuyor, dizime sürtünüyor. Ben de pek aldırmıyorum doğrusu.

Bugün kadın ve sanat hakkında sıkı bir tartışmaya girdik. “Neden bütün ressamlar çoğu zaman kadınları çizmek ister?” diye sordu. Sonra da erkek bir “nü”nün ne kadar sıradışı birşey olacağını tartıştık. “İlgi çekici bir fikir, bir gün denerim belki. Belki de sen böyle bir deneyimle günün birinde ünlü bir ressam olursun” dedim. “Neden şimdi denemiyoruz” diyerek soyunmaya başladı. Güzel bir vücudu var. İnce hatları, daha çok bir kadının zarafeti ve kırılganlığını hatırlatıyor bana. Sanki onu incitirsem hemen bırakıp gidecek gibi bir hali var. Resim yapacak havada olmadığımı söylememe rağmen çok ısrar etti. Ben de birşeyler karalamaya başladım. Bir süre sonra yanıma gelerek neler yaptığımı görmek istedi. Kayda değer birşey olmadığını görerek benimle şakalaştı ve beni öpmeye çalıştı. Ben de kısa bir süre için karşılık verdim ona. Sonra daha ileri gitmek istedi, elleri o kadar hızlı hareket ediyordu ki ona engel olamıyordum. Başım dönmeye başlamıştı, onu güçlükle kendimden uzaklaştırdım ve gitmesini söyledim. Boynunu bükerek çıktı gitti.

Böyle olmasını hiç istemezdim. O kadar çok içmiştim ki, tabi bu hiçbir zaman geçerli bir sebep değildir. Üstelik o çok genç ve beni gözünde çok büyütüyor. Ona yardımcı olmam gerekirken, oyunlarına katılarak ümit verdim, sonra da onu kovdum. Ne sersemce bir davranış, kendimden iğreniyorum.

Bir gün sonra
Gece çığlıklar içinde uyandım. Ter içindeydim, bir sıtma nöbetine yakalanmışçasına titriyordum. Acayip bir rüya görmüştüm. Saatin 4.00 olmasına aldırmadan annemi aradım. Biriyle konuşmam lazımdı, annem konuşacak en iyi kişidir.

Rüyamda, büyük bir binanın duvarlarını boyuyordum. Karanlık bir geceydi, resim de çok kasvetliydi. Gri, lacivert, siyah ve kahverengi, uyumsuz bir sürü renk. Hiç canlı renk yoktu, en sevdiğim kırmızıdır. Şekiller daha çok geometrikti. Boyarken de hiç hoşnut olmadığımı hatırlıyorum. Birden iskele sallandı. Yanımda siyah bir şekil belirdi, bir insan silüeti gibiydi ama, tam olarak hiçbir şeye benzemiyordu. Korkuyla elimdeki boya kutusunu düşürdüm, duvardan kırmızı- pembe renkler akmaya başladı. O anda bir şimşek çaktı, gece aydınlandı. Her yerimden kanlar aktığını gördüm.

Sabah baş ağrısıyla uyandım. Bütün gün hiç birşey yapmadan dolaştım.

Ertesi gün
Bugün çalışmak için büyük bir istek duyuyorum. Aklıma güzel bir fikir geldi. Evimin duvarlarına fresk çalışacağım. Bu benim en büyük eserim olacak, beni ve evimi ölümsüzleştirecek. Sanırım gördüğüm rüyadan kaynaklanıyor, ama şimdiye kadar yapmak istediğim tek şey buymuş da ben anlayamamışım gibi geliyor bana.

Aynı günün akşamı
Evet, yeryüzünde bir gezginim yalnızca, bir yolcu! Sizler bunun ötesinde misiniz ?
Goethe

Hayır. Kendi adıma ben yalnızca zamanın beni sınırlandırdığı bir durağanlığı yaşıyorum, sürüklenmek yolculuk olarak sayılmazsa!

Bir gün sonra
Salondaki bütün duvarları boşalttım. Eşyaları ortaya çektim. Taslakları hazırlamaya başladım. İçimde yeni bir resme başlamanın verdiği her zamanki coşku var, ama çok daha güçlü bir şekilde.

Altı gün sonra
Bir insan düşünün ki yaşamaktan vazgeçmiş, hayata bir anlam katabilme çabasında devinip duruyor boş yere. Kendi kabuğunda, yeni yaşam şekilleri oluşturmaya çalışıyor. Ama yalnızca sanatını geleceğe taşımak için. Bu ne büyük bir çelişki, öyle değil mi? Üstelik de pek içten değil, altında biraz beğenilmek, takdir edilmek ve ölümsüzleşmek isteği yatıyor gibi.

İnsan felsefesini hayata geçiremedikten sonra ona teorik anlamlar katmış neye yarar? Herşey o kadar boş ki. Artık yaşamaktan yoruldum.

Ressamın son günü
Virginia, küçük bakire kadın,
Sonsuz denizlerin soğuk perisi
Ve ıssız çöllerin kraliçesi
Sıcak iklimlerden gelen tatlı bir esinti
Ve kulaklarıma aşk şarkıları fısıldayan rüzgar
Esrarengiz bir boyutta yalnız benim üstüme yağan sağanak
Ve birdenbire kopan fırtına
Ve o fırtınadan beni kurtaran yabancı
Bazen de çok tanıdık biri gibi aniden giriverdin yaşantıma

Önceleri kopmasından korktuğum, direndiğim
Sonraları koparıp atmak istediğim
Bana bütün duyguları aynı anda yaşatan
Sen; çelişkiler ülkesinin yolcusu
Şimdi neredesin

Değişimden korkan sen
Alay ederek deliliğe vururken öfkeni
Kendini Victorya’ya dönüştürüverdin birden
Ve içine hapsettiğin duygularında boğuldun

Sevgili Victorya,
Saygıdeğer kadın. Bazılarının dediği gibi, seni de görmeye giderken kırbacını unutmamalı. Oysa çoktan kırbacımı sana kaptırdım ben. Sen bütün kalbinle ihanet ettin inançlarımıza.

Sana bu son mektubum. Öfkeyle dolu olsam da, sana karşı hep yeniğim. Kendime küçük düşmek çıldırtıyor beni. Ve son kez sesleniyorum. Kalbimin derinliklerinden gelen hırıltılar zafer çığlığına dönüşüyor. Duy sesimi… Esaretinden sıyrıldım…

Yayıncının notu
Ressamın ölümü sanat dünyasında şok etkisi yarattı. Bıraktığı son eser ve ölümü gerçekten korkunçtu.
Evinin bir duvarına boydan boya yaptığı tablo, gördüğüm en dehşet verici şeydi. Gerçek gibiydi.

Karanlık, ıssız bir gece…
Etrafta kayalıklar ve uzaktaki dağların silüeti. Göz kamaştıran bir ateş yakılmıştı ortada. Ateşin kırmızı, sarı haleleri rüzgarda dalgalanıyor, sanki elini uzatsan yakacakmış gibi bir gerçeklik hissi veriyordu. İnsanın gözlerini dağlayan, yine de bakmaktan alamadığı bir çekiciliği vardı. Freskin en korkunç kısmı ise -bunu tasvir edebilecek gücü kendimde bulamıyorum- darağacıydı. Ağacın bulunduğu yerde duvara kalın bir dal parçası çakılmış, ucundan ilmek sarkıyordu. İşte ressam elinde güncesiyle kendini bu ağaca asmıştı.