Birden
kendimi bir parkta, güllerin arasında buldum. Aniden hafızası yerine gelmiş,
kayıp biri gibi hissettim. Gözlerim açılmış, karanlıktan çıkmışçasına
kamaşmıştı bu güzelliğin karşısında. Betonlar arasındaki kayıp cennet...
Mis kokulu, kırmızı, pembe aşk çiçeklerinin
içine çöktüm. Sevdiğim tek erkeğin bana verdiği ilk çiçek geldi aklıma. Utangaç
bir delikanlı edasıyla aşkını sunduğu o kırmızı gül. Hala en sevdiğim kitabımın
arasında saklı. Tanrım! Keşke bütün bunlar kötü bir rüya olsa...
Uyanıp,
herşeyden kurtularak, gerçekte beni bekleyen yaşamıma kavuşsam. Maalesef
taptaze bir gerçekle karşı karşıyaydım. Sanki başka şeyler düşünsem, sıyrılıp
gidecektim bu sıkıcı yaşamdan, herşey farklı olacaktı. Bunları düşünerek sahte
huzurun peşinde koşmak ve oyalanmak istemiyordum. Ama gerçek nedir ki, herkese
göre değişen, soyut birşey. İnançlarımızdır gerçeği somut kılan. O anda daha
önce hiç düşünmediğim birşey geldi aklıma. Yalnız kalırsak gerçek dışı olacak,
varlığımızı yitirecektik. Başkalarına, karşı koyulmaz bir gereksinmemiz vardı
sanki. Tanrıya inandıkça tanrının varolması gibi. Birilerinin de bana inanması,
varlığımı hatırlatması gerekliydi. Eve koşup kendimi kocamın sevgi ve huzur
dolu kollarına atmak için dayanılmaz bir arzu duydum. Sanki o olmazsa
yaşayamazdım, onsuz huzur bulamazdım, sevgi bulamazdım hiçbir yerde. Onu ne
kadar çok sevdiğimi şimdi çok daha iyi anlıyordum. Aradığım sakinliği şu anda
başka kimse veremezdi bana. Hemen bir taksiye binip eve geldim. Çok değişik
duygularla doluydum, sıcacık birşeyler akıyordu sanki içimden. İlk defa aşık
oluyormuş gibi, acele etmezsem son treni kaçıracakmış gibi heyecanlıydım,
nefesim kesilmişti. Kapıyı çaldım. Artık içim rahattı, en çok sevdiğim yere,
evime gelmiştim. Uzun süre bekledim. Nefesimi kontrol altına almaya çalıştım.
Biraz rahatlamıştım, her zaman olduğu gibi yürüyüş iyi gelmişti, tıpkı
birşeyleri kaybedip yeniden bulmak gibi, elimdekilerin ne kadar değerli
olduğunu, hayatımın sadece bana ait ve bir kere yaşanabilir olduğunu daha iyi
anlamıştım. Böyle düşünürken uzun zaman geçmiş olacak, kapı hala açılmıyordu.
Belki de biricik kocacığım her zamanki gibi televizyonun karşısında uyuyakalmış
ya da dışarıya çıkmıştı. Cebimde anahtarlarımı aradım, kapıyı açtım. İçeride
hiç ses yoktu. Salona gittim. Her zamankinden farklı görünüyordu, eşyaların
yarısı yoktu, başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Mutfaktan sesler
geliyordu, telaşla mutfağa gittim. Lavabodan, kirli bulaşıkların arasından
sızan sular yerde küçük, bulanık bir göl oluşturuyordu. Musluğa elimi attım.
Boğazımda birşey düğümlendi. Ben... Ben korkunç bir hata yapmıştım…
Hatırlayamıyordum. Geçmişte bir yerlerde, düşünmenin bile günah olduğu, ölümle
cezalandırılan bir suç işlemiş olmalıydım. Bu kadar kötü ne olabilirdi? İçimden
bir ses geri dönüşü olmayan dikenli, çatallı, kara bir yola girdiğimi
söylüyordu. Birileri beni uyarmış mıydı? Hatırlamıyordum. Derken bir yıldız
düştü gözlerimin önüne. Biri söylemişti bana yanlış olduğunu, çok sevdiğim
biri. Şimdi adını bile hatırlayamadığım. Neler oluyordu böyle, korkmaya
başladım. Mutfağın kapısına öylece
çöktüm. Sanki biri beynimde bir düğmeye dokunmuş bütün arızayı gidermişti,
içerisi aydınlanmış gibi geldi bana. Bütün bunların nedeni bir balyoz gibi indi
beynimin bütün kıvrımlarına. Dün sabah,
aşırı sevgisinden boğulduğum, yalnız kalmayı seçtiğim için sevdiğim
erkekten boşanmış olduğumu hatırladım.
Ve bir
buz gibi eriyip yokolmaya başladım...